top of page

Yaşamak Hissetmektir

Güncelleme tarihi: 27 Haz



ree
Yazıyı buradan sesli olarak dinleyebilirsiniz.

Hayatı, ölü bir bedenin hissizliğiyle mi yaşıyoruz

yoksa her tadı damağında hisseden bir gurme gibi mi?


Eğer artık hayattan tat alamıyorsak yaşama olan isteğimizi ve enerjimizi de yitirmeye başlarız.


Peki niçin tat alamaz olmuşuzdur?


Tıpkı bir bebeğin sevmediği tattaki yiyeceği suratını buruşturarak iğrenip ağzından çıkarması, yutmayı reddetmesi, kabul etmemesi gibi biz de hayatın akışında yaşamayı sevmediğimiz duyguları, hisleri kalbimize kabul etmek istemeyiz ve o duyguyu bize yaşatacak olaylar vuku bulurken hissetmeyi, içimize almayı reddederiz. Hissetmekten kaçış yolları buluruz kendimize, mesela kendimizi işe, çalışmaya veririz veya sigaraya, alkole, maddeye ya da daha masum bağımlılıklar ediniriz fimlere, dizilere, animelere, oyunlara, sosyal medyaya veririz kendimizi, kaçarız hissetmek istemediğimiz duygulardan, hislerden, düşüncelerden. Ve bu davranışımız da bir zaman sonra tıpkı bir bilgisayar yazılımının kodları gibi benzer durumlardaki tepkilerimizi programlamış olur. Otomatik pilota bağlarız yani, Bir zaman sonra da bakarız ki artık hissetmez olmuşuz. Hayattan lezzet alamaz hâle gelmişiz. Hayat anlamını yitirmiş, bomboş tatsız tutsuz yaşanası olmayan bir şeye dönüşmüş. Yaşamın hiçbir şeyi hiç cezbetmez olmuş artık bizi. Hiçbir şeyin hiçbir tadı kalmamış...


Lezzet almak; sadece tatlı yiyecekler için kullanılan bir tabir midir yoksa acı, tatlı, ekşi tüm tatların tadına varmak mıdır?


İşte kaçırdığımız ayrıntı burada! Acı tatlı her şeyin tadına varabilmektir lezzet almak. Oysa biz ne yaptık, yaratanın fıtratımıza koyduğu "soyut lezzet alma" sisteminin ayarlarıyla oynadık. "Her şeyin tadını alma" amacına göre programlanmış olan sistemimizi "O tadı sevmedim, hissetmek istemiyorum. Bu duygudan hoşlanmadım, bir daha bunu yaşamak istemiyorum." Kararlarını içimizde vere vere lezzet alma programının ayarlarını bozduk ve verdiğimiz komutlar yüzünden artık program "tad alma" üzerine değil de "tad almama" üzerine çalışır hâle geldi. Amacından saptı, vazifesini yerine getiremez oldu. O kadar emindik oysa hayatımızda o acı tatlar olmadan daha iyi olacağımıza, daha iyi hissedeceğimize öyle değil mi? Yaratandan daha iyi bilecek ilme sahipmiş gibi...


O halde şimdi baştan başlayarak bilme işlemini gerçekleştirelim, kendi insaniyet sınırlarımızın farkında olarak tabi. maddi alemimizdeki her sistem ve organının temsil ettiği ve aynı işlemi soyut alemde mana olarak yaptığı manevi sistemlerimiz ve organlarımız var önce bunu idrak etmeliyiz. Mesela yiyecek ve içeceklerin öğütüp çevirerek tadını alan ağzımız ve dilimiz varken yaşamdaki her duyguyu ve ulaşılabilen boyutların hissini tadan soyut bir kalbimiz var. Ve bu soyut kalp, ağzımızın nesnel olarak yaptığı işin aynısını mana-soyut aleminde yapıyor, soyut besinleri yani duygu ve hisleri öğütüp çeviriyor, yaşamdan tat almamızı sağlıyor ve bunları bize yaşam enerjisi olarak dönüştürmenin ilk basamağında görev alıyor. Ağızdan sonraki aşama ise miğde yani; hazmetme, hepsini bir araya getirip eritip ihtiyacı olan-görevi olan organlara gönderme. Biz zaten bunu deyim olarak gayet de hayatımızda doğru yerde kullanıyoruz halbuki "Bu olayı hazmedemedi." "duyduğu şeylerden sonra hazımsızlık yaşıyor" "Bana bu yaptığını hazmedemiyorum"

Her nesnel gerçekliğin bir de soyut bir gerçekliği var!


Bir tadın lezzetini alabilmenin aşamaları nedir peki?


Tıpkı yemek yerken ki gibi lokmayı ağzımıza alıp sakince evirip çevirip parçalarına ayırarak lezzetine odaklanmış olarak çiğnemek ve yutmaktır. Yani kalbimize duyguyu kabul ederek sakince inceliklerine kadar hissetmek ve faydalarını alabilmek için üstünde tefekkür etmek, hikmetine odaklanmak lazımdır.


Hayat, her lezzeti içinde bulunduran müthiş bir sofra!


Tüm dünyadan acı biber bir anda yok olsa ne olur? Özelliği ve tadı acı bibere bağlı olan tüm yemekler de yok oluverir. Eskisi gibi olmaz, tadı kaçar, anlamını yitirir. Ya da bir anda ekşi tadını verecek her şey yok olsaydı sevdiğimiz ve yemekten mutlu olduğumuz haz aldığımız bir sürü yiyeceği de kaybetmiş olurduk. Bazı hastalıklarımıza şifa olan iyi gelen yiyeceklerin hepsinden artık mahrum olmuş olurduk, ilaçsız ve devasız kalırdık.


İşte kendi iç dünyamıza yaptığımız da tam olarak böyle! Hayatın sevmediğimiz tatlarını hissetmeye kalbimizi kapatınca kendi iç dünyamızı büyük bir mahrumiyet ve yokluğa itiyoruz. Ve bir sürü manevi hastalığımıza şifa olacak duyguyu ve hissi küçük bir çocuğun acı diye ilaç içmemesi gibi reddediyor kendi şifamıza düşmanlık etmiş oluyoruz. Bir yetişkinin idrak olgunluğuyla değil de haz odaklı bir bebeğin aklıyla hareket etmiş oluyoruz. Hayatta var olan her duygu, his dozunda şifadır ve lazımdır! Buna adaletsizlik, terkedilmişlik, yalnızlık, başarısızlık, mutsuzluk, yetememe, yetkin hissedememe, daima eksik, kusurlu ve suçlu hissetme dahil! Saydığım ve sayamadığım tüm olumsuz olarak nitelendirdiğimiz ve yaşamayı istemediğimiz duygular buna dahil..! Ve hepsinin bize faydası, şifası, hikmeti mutlaka var fakat biz hiç o boyutuna bakmıyoruz küçük çocuklar gibi sadece tadına bakıp acı diye reddediyoruz. Acının da görevi var hayatımda, tatlının da ekşinin de. Benim ise insan olarak görevim tüm bu tatların vuku bulan olaylar neticesinde tadına kalbimle bakmak, evirip çevirip öğütmek sonra hazmetmek için düşüncelerimi de duygularımı da ilmimi öğrendiklerimi imanımı da bir araya toplayıp hepsini görevi olan organa göre ayırıp göndermek. Yani yaşadığım acı bir olayın acısını önce kalbime kabul edip yaşayacağım daha sonra bu olayı yaşamış olmayı hazmedebilmek için o güne kadar edindiğim inanç, ilim, fikirlerle birlikte yeniden değerlendireceğim. Hikmetlerini Aklıma, hikmetin nurundan doğan duyguları kalbime, artık işime yaramayacak olan, faydası kalmamış ve içimde kalırsa bana zarar verecek olan acı duyguları içimden atılmak üzere manevi bağırsaklarıma göndereceğim. Oradan da atılacaklar atılacak ve ben tıpkı maddi bedenimin yaşam döngüsünü besinlerle sağladığım gibi manevi bedenimin de yaşam döngüsünü manevi besin olan duygu ve düşüncelerle sağlamış olacağım. Manevi hastalıklarıma şifalar, devalar, bulacağım. Anlamaya, anlamlandırmaya aç olan aklıma hikmeler ve nurlar bulacağım. Rabbimin harika çok boyutlu senaristliğini, muhteşem sanatkarlığını, hayran kalınacak hesaplarını görüp anladığım kadarıyla mest olacağım, O'nu daha iyi tanıyıp ona daha çok yaklaşmış olacağım. Hayatın anlamı derinleşecek, bilmediğim boyutlarına merak salacağım. Hayatı, varlığı, yaşamayı, hissetmeyi ve düşünmeyi yani "insan olma"yı seveceğim! Acı-tatlı, iyi-kötü her şeyin beni bu güzelliğe eriştireceği şuuruna ulaşınca da sevmediğim hiçbir şey kalmayacak ki..!

"Yaradılanı sevdim Yaradandan ötürü" sözü iliklerime kadar yaşanıyor olacak...


Hayatla hayatlanmak.

Hissederek yaşamak.

Tefekkür ile derinleşmek her şeyde

Ve Şükrün zirvesine ulaşmak!


İşte yüksek bir yaşam enerjisine sahip olup frekans aleminin de zirvesinde olmanın özeti bu dörtlük. Bize verilen hayatı hakkınca yaşamanın özü bu.


Dışarıda yağmur yağıyorsa yağmuru hissetmeli insan. Uyandığında sabahı hissetmeli. Gezdiği yerlerde yolu, baktığı yerlerde manzaranın ruhunu hissetmeli. Gecenin karanlığını, günün hareketini, denizin mavisini, çiçeğin renginin ahengini, ağacın yeşilini hissetmeli insan. Yaralı bir kuş gördü mü merhameti, zulüm gördü mü adaleti, zahmet gördü mü ardındaki rahmeti hissetmeli insan...


Ama nasıl?

Nasıl hissederiz yaşadığımızı? Nasıl hissederek yaşanır hayat? Nasıl hissedilir ki herhangi bir şey?


Yağan yağmurun sesine kulak kesilip gözlerini kapamak, ve sanki kulaklarıyla yağmuru görür gibi dinlemek..! Sonra derin derin kokusunu içine çekmek, sanki kokusuyla yağmuru görür gibi koklamak..! Ve sonra gözlerini açıp damlaların dansını, yere çarpıp yukarı sıçrayışlarını, iç içe halkalar olup genişleyip görünmez oluşlarını izlemek, sesiyle, kokusuyla, hareketiyle, manzarasıyla izlemek o ânı. O ânın her şeyiyle içinde olmak, tadına varmak, lezzetini almak her âza ile ayrı ayrı..! Tüm bu yol şükrün doruklarına çıkaracak insanı. Gözü ayrı, kulağı ayrı, burnu ayrı şükredecek insanın bir gurme edasıyla yaşarken bu ânı. Öyle değil mi?


Gözlerimizi sabaha açtığımızda kuşların şen cıvıltılarını dinliyor muyuz? Güneşin bulduğu her boşluktan, saydamlıktan içeri sızıp aydınlattığı ışıklarının verdiği coşkuyu, eminliği, neşeyi görmek için bakıyor muyuz? Yepyeni, tazelenmiş bir gökyüzünün mis mis kokan sabah esintisini içimize çekiyor muyuz?


Hissetmeden yaşamak, zombinin hası olmak değil midir?


Her sabah yatağından değil de yıllanmış mezarından kalkar gibi kalkıp gideceği yere gitmek, yapacağı işi yapmak, mekanik bir sistemin içinde robotik bir varlık gibi ömür tüketmek değil midir? Böylesi bir hayat ancak hayatı kaçmış bir hayat olmaz mı? En ulvî davalar bile böylesi bir mekaniğin esareti altında anlamını yitirmez mi? Hissetmeden edilen şükür sahte ve dilde değil midir sadece?


Haldeki şükür nerede? Hayatın anlamı, yaşamanın tadı nerede?


İmitasyon bir hayat, hissedilmeden ezbere söylenilmiş sahte sözler, sîreti maskelenmiş sûretler...Hepsi büyük bir kandırmaca, insanın kendine yaptığı en büyük aldatmaca değil midir? Küfür, hakikati örtmek ise hissetmeden yaşamak küfür değil de nedir..?


Yaşamak, hissetmektir..!




Şuurda Yükseliş

Dr. Nurcem Hanzadebek Çep Yeşiloğlu

2 Yorum


birgulbengi09
03 Eyl 2023

İçimdeki,hiçligimdeki,çaresizliğimdeki,koybolmuşluğumdaki umirsizce yitirdiğim ve bulamadığım kalbime, benliğime hitap ettiğin için Allah razı olsun...Bana kendimi bulmamı nasip eden Rabb'ime hakkıyla şükürler olsun...

Beğen
nurlarinsultani
08 Ara 2023
Şu kişiye cevap veriliyor:

Gözünüzün gördüğü, kulağınızın duyduğu her şey Kaderin Sahibinin hikmetiyle şifa olsun, ilim olsun, marifetullah olsun inşallah.

Beğen

Nun Külliyesi

  • alt.text.label.Instagram
  • alt.text.label.Instagram

©2022, Nun Külliyesi. Wix.com ile kurulmuştur.

bottom of page