top of page

Rumi Dizisinden Bir Kesit Üzerine

Güncelleme tarihi: 27 Haz


Kanlı canlı karşımızda duranın kendimiz olduğunu görünce vereceğimiz ilk tepki böyle olurdu. Fakat mana aleminde zaten bu tepkiyi hep verdik, veriyoruz; kendimizde görmek istemediğimiz, görmekten korktuğumuz her ne varsa azıcık hayat bunu bize gösterse kaçtık...Kabul etmeyip itiraz ettik, yalanladık!

--"Kaçmana lüzum yok!" dedi bize Allah, hayatın içindeki her şeyle. Belki herkesin dilinden, her nesnenin hālinden, her olayın işleyişinden "kaçmana lüzum yok!" dedi bize. Fakat biz

--"Kaçtığım falan yok!" dedik, yine de kendimizle yüzleşmekten korktuk, bulduğumuz her fırsatta kaçtık; arkadaşlara, eşe, dosta, eğlenceye, telefona, ekrana, gezmelere, tatillere kaçtık. Kendimizle yüzleşecek cesareti bulamadık, kaçtığımızı bile itiraf edemedik, reddettik. Biz değildik karşımızdaki, başkasıydı o! Karşıma geliyorsa ben değilim sandık. Çünkü korkulu rüyamız kendimizle karşılaşmaktı. Karşılaşmamak için günah keçileri lazımdı, işte onlar da daima karşımıza gelenler olmalıydı. Bu sayede ben'i görmekten kaçar her baktığımda benden başkası olan sen'i görürdüm. Oysa hakikat:


"Senden gayrı bir şey değilim!" diyen karşımıza gelen her şeydi. Hakikat: "içinde ne varsa dışında da o var" denklemiydi. Neden insan hayatı, kaderi böyle bir denklemle kurulmuştu peki?

"Biz, seni sana seninle anlatacağız!"

işte bu yüzden. Hallak, bizi bize bizimle anlatacaktı ki bizi geçtiğimizde, bizden geçtiğimizde O'nu tanımış-bulmuş olalım. "kendini bilen Rabbini bilir" sırrı işte burada. Bir iç-dış, madde-mana yüzleşmesi yaşatılır bize. Dilimizde söylediğimiz, kendimizde var sandığımız her ne var ise işte bu denklem bize sağlamasını yapar. Dürüstüm derim üçkağıtçılarla karşılaşırım, doğru sözlüyüm derim yalancılarla karşılaşırım, alçak gönüllüyüm derim kibirlilerle karşılaşırım, samimiyim derim sahtelerle karşılaşırım. Demek ki dilimdeki halimde değilmiş! Yalanlar söylüyormuşum kendime, aldatıyormuşum kendimi içimde, kibrim kendi eksiklerimi görmeme engelmiş meğer derinlerimde. Kendi içimde samimi değilmişim ben kendime! Bu "iç dünya-dış dünya" hakikatini idrak edince, yani kaçmayı bırakıp kendi iç gerçeklerimizle, bu ikili zıtlıkla yüzleşince:


"Sonra da seni kalden hale geçireceğiz..."


"kalden hale geçmek"

Lafta kalmış sözlerimizin yaşama dönüşmesi, sözün "hak aleminde" yerini bulması, mananın madde alemindeki bedene kavuşması olarak da ifade edilebilir. Her söz bir ruh, bir manadır ve yaşadığımız bu madde aleminde nesnel bir varlık kazanmaya muhtaçtır. Eyleme geçmemiş kararlarımız vücut bulamamış ruhlar gibidir. Dünyaya gelebilmek için insan ruhu da anne karnında bedenlenir. Ağzımızdan çıkan sözler de, düşünce alemimizdeki fikirler de onları fiile dökmediğimizde, harekete geçirmediğimizde hayatımızda ortaya çıkamazlar, varlık gösteremezler. Varlık aleminin kıyısındadırlar ama içinde değil..! Bildiklerimizin ne kadarını eyleme döküyoruz peki? öğrendiğimiz her kıymetli bilgi, her mühim karar sadece dilimizde söylenir halde kalıyorsa biz sadece dildeyiz. Yok eğer dilimizde kalmayıp eylemlerimiz de o sözler doğrultusunda ise işte ancak o zaman kālden yani dilden hāle geçmiş oluruz. Ve evet hepimiz bu hayatta bir şeyi "arıyoruz" bilsek de bilmesek de aradığımızı, içimizdeki arayışın bulamayış acısını hissediyoruz. Bazen hakikatten emin olsak da onu kendimize anlatacak, kalbimize kabul ettirecek, aklımızı ikna edecek yol bulamıyoruz ve dilde kalıyor bildiklerimiz, dilde kalıyor isteklerimiz, fikirlerimiz... Hakikat, dilimizde ise biz hakikatin kıyısındayız! Fakat kıyıda olmak yetmez! Yetmiyor... Arayışın sancıları ruhumuzu hayatımızın bir noktasında kıskıvrak yakalıyor. Bulmak için deryaya dalmak gerek! Bildiğini yaşamak, bizzat içinde, hem hissinde hem idrakinde olmak gerek! Arayış yolunda bize bizimle rehber oluyor Allah.

Ama nasıl?

İçimize koyduğu tüm yetenek ve sistemler hepsi bir pusula. Kendi sınırlılıklarımızdan O'nun sınırsızlığını tanıtacak birer mekanizma. Yaralı bir kuşa duyduğumuz sınırlı şefkat bizi O'nun sınırsız merhametine iletir. Yaralı bir kuş olunca yüreğimiz O'nun şefkat kapısına yöneltir. Öyle ya bana bu merhametli yüreği veren merhametsiz olamaz ya! Kimse kendinde olmayanı veremez ya! Ben pusulasıyla O'nu bilme ve bulma yolculuğu bu hayat, bizzat yaşayarak.

Beni bildikçe O'nu bileceğim, beni bildiğim miktarca O'na ulaşabileceğim bir bilme, bulma ve arayış seferi bu yaşam.


"Peki neden ben?"


Çünkü:

İnsandan başka her mahluk dünyaya görevini bilerek gelir ve geldiği gibi de icra eder. Yumurtadan çıkan ördeğin atlayıp suya yüzmesi, yeni doğan tayın ayağa kalkıp yürümesi gibi vesaire. Yalnızca insan bilmeyerek doğar dünyaya çünkü burada görevi-işi “bilmektir!”

Doğar ve sesleri bilmeye başlar, emeklemeyi, ayakta durmayı bilmeye başlar. Hepsini yaşamının her kesitinde zaman içinde deneyimleyerek öğrenir-bilir. Bilmeye ve öğrenmeye kaabiliyetle yaratılmış olandır. Allah’a bilme-bulma-tanıma ile muhatap olacak yeteneklerle donatılmış olandır.

Kendi yaşam deneyimlerimizle Hakk'ı tanıma-bilme ve bulmaya programlanmış bir ben'lik ile tasarlanmış olanız. Bu benliği Hakk'ı tanımanın bir mikyası, bir basamağı olarak, bir anahtarı olarak kullanarak kendi sınırlı şefkatimi deneyimleyince O'nun sınırsız şefkatini tanımaya yol bulurum mesela. Kendi sınırlı öfkemi yaşayınca O'nun gazabını bilmeye ölçü olur mesela. İsim ve sıfatları olarak bildiklerimizi kendimizde görüp şahit olarak, kendi sınırlılığımızdan O'nun sınırsızlığının anlamına ulaşmaya yollar açılır...

"Ben gizli bir hazineydim bilinmek ve tanınmak istedim, kainatı yarattım"

İşte İnsan, Hakk'ı onun sanat eserleriyle tanıtan bu kainat müzesinde hem O'nu tanıyacak bilecek olan kişi hem de kendisiyle Hakk'ın tanınacağı bir sanat eseri. Bu cihetle de insan, hem fail hem meful olan "eşref-i mahlukat" namını alır.

Hem yüce sanatın kendisi, hem kendi dahil bu sanatların hepsinin şahidi, seyircisi, idrak edicisi, bilicisi. Kuma bakıp, avucuna alıp zerreyi görebileni! Ama işte tüm bunları bilmek bulmak anlamak uzun bir yolculuk.


“Olman da zor olacak, olamaman da!”


Olmaya ilim gerek, ilime bilim gerek, bilmeye ezberin ve dil ile ikrarın ötesinde idrak gerek. Yani bilineni bizzat içinde olup yaşamak gerek. işte bunun için sunulmuş bir yaşam var, ömür var. Hayvan olmak için yetse de “İnsan” olmak için doğmak yetmiyor. Doğunca başlıyor “insan olma seferi”. Yaşayarak öğreniyor insan, insan olmayı bile.

Yaşarken bir olayı her ne kadar etrafındakilere sinirlenip suçlayıp kızsa da insan, günün sonunda en çok kendine kızıp kendini suçladığını öğrenir mesela.

İnsan; kendini affedemediği hataları yüzünden içinde biriken öfkesi kontrolden çıkınca, kendine yakın ne varsa kül edip yakınca insanın istemese de hata yapabilen, yanlışa sürüklenebilen, her şeyin önünü ardını göremeyen, her şeye yetemeyen, mükemmel olmayan, hesapları tutmayan, kusurlu, eksik ve sınırlı bir varlık olduğunu öğreniyor mesela. İnsan sınırlı ve sınırlılıkları ile de hataya daima açık bir varlık olduğunu anlayınca insan olmak ile ilah olmak arasındaki farkı idrak etmeye başlıyor. Mükemmellik ilaha has bir özellik, insan da bazen bazı şeylerde mükemmelliği deneyimler, deneyimlemelidir de çünkü ancak o zaman mükemmelin ne olduğunu bilebilir. Ve hata yaptıkça da her zaman her yerde her şeyde olan gerçek mükemmelliğin insanda olamayacağını fark eder ve işte ancak bu noktada kendini de başkalarını da affetmeye başlar! Bazen mükemmel olabilir insan çünkü mükemmeli bilmeye ihtiyacı vardır asıl mükemmel olanı bilebilmek için ve bazen de hata yapmaya ihtiyacı vardır insanın kendisinin ilah olmayıp insan olduğunu hatırlamak için!

Olmak da zordur insan için, çünkü tüm bu yaşayarak kendini-Rabbini bilme aşamalarını kalben-aklen-bedenen yaşaması gerekir. Olamamak da zordur çünkü aynı olaylar hayatında tekrarbetekrar vuku bulur. Takılı bir plağın kadere dönüşmüş cehennemini yaşar insan, olamadıkça.


“Fakat evvela madde aleminde başka şeyle hesaplaşacaksın!”


Hem içinde yaşar insan hem dışında. İçinde ne yaşarsa dışında da o sahnelenir aslında. İç alemini görebileceği bir dev ekrandır dışındaki alem. Bu yüzden gözleri dışa bakar şekilde yaratılsa da baktığı dışta gözünün bakamadığı içini görecektir! Allah adildir, bildirmediğinden, öğretmediğinden, göstermediğinden mesul tutmaz ya!

Bu yüzden insan, kendi iç/mana aleminden önce dış/madde aleminde yüzleşir her vukuatı ile. Madde aleminde yaşarken bu dev ekranda kendi içini, yaşadığı olayların manasını oku’r insan alt yazılı bir film gibi. Çoğumuz altyazıları okumadan yaşıyoruz-izliyoruz bu filmi ve anlamıyoruz ne mesaj verdiğini, manasını, esasını. Oysa evvela insana “oku” denilmişti, mana veremeyip bunaldığı, sıkıldığı “hayatı”!

Önce dış alemde hesaplaşmalı insan evet ve görünüşe aldanmamalı bu yüzden. Çünkü hakikat duyuştadır! Çünkü hakikat, ancak olaylar, nesneler duygular ve fikirler oku’ndukça duyulur! Yoksa eşyanın hakikati nedir, nasıl bilinir, niçin vardır bunca varlık, vukuat boşuna mıdır? “oku”nmaya geliyorlar! Allah’tan birer ayet olarak oku’nmaya geliyorlar… “Ben okuma bilmem” diye ezber tekrar etme! şiddetle sarsıp sıkıp titretmeye de gelirler! “Yaradan Rabbinin adıyla oku!”

Bizim de kaderlerimizin yakıp yıkıcı, kan dökücü moğolları gelmiyor mu hayatımıza? Belki eş, belki arkadaş, belki anne-baba, akraba, patron, müdür, komşu, ev sahibi, hayat pahalılığı, geçim darlığı, yaşam şartları, tüm bunların orduları…


“Geliyorlar hüdavendigar, yakıp yıkmaya-kan dökmeye geliyorlar!”



Filimlerden Hakikat Avı

Dr. Nurcem Hanzadebek Çep Yeşiloğlu

Yorumlar


Nun Külliyesi

  • alt.text.label.Instagram
  • alt.text.label.Instagram

©2022, Nun Külliyesi. Wix.com ile kurulmuştur.

bottom of page